Robert-François Damiens’e, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmiştir. Buraya, elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecektir. Sonra aynı yük arabasıyla Grevé Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı…
Bu işkencenin tek bir amacı vardı: suçun herkesin önünde itiraf edilmesini sağlamak.
18. yüzyılda ‘’Delillerin Kraliçesi’’ sayılan ikrarı elde etmek!
Bu hikâye, 5 Ocak 1757'de Fransa Kralı Louis’e yaptığı başarısız suikast girişiminden sonra Fransa'da kral katillerine uygulanan, ‘egicide’ adı verilen geleneksel ve acımasız, sürükleyerek dörde bölmek yöntemi ile idam edilen Robert-François Damiens’e aitti.
18. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar ceza muhakemesinin amacının sanığı cezalandırmak olduğu düşünüldüğünde; henüz yargılamanın başında sanığın suçlu olarak kabul edilip yargılamanın sanığı cezalandırmak için bir araç olarak kullanılması kabul edilebilir bir durumdu. Kanuni delil sisteminin kabul edildiği bu dönemde belli suçların ispatının belli delillerle yapılması gerekiyordu ve ispat yükü sanığın üzerinde olup ikrar, delillerin kraliçesi olarak kabul edilmekteydi. Bu nedenle de ikrarı elde etmek için yukarıda anlatılan işkenceler, kötü muameleler, manevi baskıların tümü geçerliydi. Ve. 18. yüzyılın ortalarına kadar sanık hiçbir hakka sahip değildi!
Hiçbir hakka sahip olmayan sanığa, suçunu ikrar etmesi için uygulanan bu yaptırımları Beccaria şöyle yorumlamıştır: “Bize korkunç bir suç olarak sunulan cinayetin, soğukkanlılıkla ve pişmanlık duyulmadan işlendiğini görüyoruz.
İşkence, suçluya kimi zaman bir suçu söyletmek, kimi zaman suçlunun düştüğü çelişkileri gidermek, kimi zaman suç ortaklarını ortaya çıkartmak, kimi zaman bir türlü ne olduğunu anlayamadığım şu doğaötesi ve akıl almaz arınma yöntemleriyle suçluyu aşağılanmışlık lekesinden sözde kurtarmak, kimi zaman da suçlanabileceği fakat henüz suçlanmadığı suçlarını öğrenmek amacıyla yapılır. Yargıcın kararından önce bir insan suçlu (hükümlü) olarak adlandırılamaz”
Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden İtalyan hukukçu Beccaria "Suçlar ve Cezalar Hakkında" adlı kitabı ile mevcut çağdaş ceza hukukunu kurmuş ve ölüm cezası karşıtlığını da ilk savunanlardan birisi olarak aynı eserde gerekçelendirmiştir.
İşkencenin sınır tanımadığı, vatandaşın masumiyetinin değil, suçluluğunun esas olduğu ve “Karanlık Bir Şenlik” olarak adlandırılan sanığın cezalandırılmasını esas alan bu evreye tepki de yine dönemin kendi bağrında filizlenmiştir ve filizlenen bu yeni düşüncelere de “Sanık Hakları” denmiştir.
İnsanlık tarihinin karanlık yüzyıllarında filizlenen ve ceza yargılamasının vazgeçilmez temel ilkelerinin başında “İN DUBİO PRO REO” (Şüpheden Sanık yararlanır.) ilkesi gelir.
Cümledeki temel ilke, Aristoteles'in hukuk yorumunun bir parçasıdır ve Roma hukukunu şekillendirmiştir.
Özgürlüğü kısıtlayıcı nitelikte, ağır yaptırımların tatbiki tehdidi ile karşı karşıya olan sanığın, kendisine göre çok güçlü konumda olan kamu otoritesi karşısında kendisini savunabilmesi ve adil/dürüst bir yargılamadan bahsedilebilmesi için şart olan “silahların eşitliği” ilkesi ile birlikte değerlendirildiğinde, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin önemi daha iyi anlaşılabilecektir.
Ceza muhakemesi hukukunun temel prensiplerinden birisi olan ve her hukuk devletinde kabul edilen, masumluk karinesi ile sıkı bir ilgisi olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesine göre, yapılan ceza muhakemesi sonunda fiilin sanık tarafından işlendiği, yüzde yüz belliliğe ulaşmadığı takdirde beraat kararı verilecektir. Böyle bir ilkenin kabul edilmesinin sebebi, bir suçlunun cezasız kalmasının, bir masumun mahkûm olmasına tercih edilmesidir. Keza, şüphelinin veya sanığın savunmasının aksinin kanıtlanması ondan beklenemez.
Devletin temelinde adalet, adaletin temelinde insan vardır. İnsan için bütün hakların üzerinde hiç şüphesiz yaşam hakkı en temel haktır ve yaşam hakkı sadece nefes alıp vermekten ibaret değildir. İnsan için, yaşam hakkını anlamlı kılan, insan onurunda saygının mütemadiyen korunması ve doğuştan gelen hak ve özgürlüklerinin tanınmasıdır. Aynı zamanda adalet, suç işleyenin cezalandırılmasını, suçla ilgili olmayan kişilerin ise haksız isnatlardan toplum nezdindeki itibarlarının zedelenmesinden korumasını da gerektirir. Bu gereklilik masumiyet karinesinin doğmasına yol açmıştır.
Emile Zola’nın, artık bir klasik niteliği kazanan ve onurlu aydın başkaldırısının görkemli eseri ‘Suçluyorum’ kitabına da konu olan Yüzbaşı Dreyfus davası, masumiyet karinesinin ihlalinin yakın tarihteki en çarpıcı örneğidir. 1894 yılı Fransa'sında Yahudi asıllı bir subay olan Alfred Dreyfus'un, Fransız gizli servisine bağlı bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız ve sahte mektupla (yazısı taklit edilerek) Almanlara casusluk yaptığı iddiası ile suçlanmış, delillerin yetersizliğine rağmen vatana ihanet suçuyla mahkûm olup, 12 yıl suçsuz yere hapis yatmıştır.
Albay Dursun Çiçek, kamuoyuna ‘Islak İmza Davası’ olarak servis edilen dava nedeniyle 3 yıl 4 ay suçsuz yere hapis yatmış, aile olarak dram yaşamışlardır.
30 Ocak 1980’de ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in cenazesinde yaşanan olaylar sonrasında er Zekeriya Önge’yi vurduğu iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, Kenan Evren'in "Asmayalım da besleyelim mi" diyerek, tek kanıt sunmadan idam ettirdiği solcu gençlerden biri olmuştu.
1764 yılında ‘’Masumiyet Karinesinden’’ ve öneminden bahseden Beccaria, bu karinenin evrensel bir hukuk ilkesi olarak kabul edilme sürecinin iki asır süreceğini ve hatta uygulanmasından imtina edileceğini herhalde hiç tahmin etmemiştir!
Demokrasinin tam oturmadığı, uygulanmasının ‘mış’’ gibi yapıldığı, tek adam yönetiminin egemen olduğu otoriter sistemlerde insan haklarının ihlallerinin vahim sonucuydu bu örnekler.
Çağdaş bir devlet olabilmenin başlıca koşulu, demokrasi ilkesinin eksiksiz olarak uygulanmasından, içselleştirilmesinden geçer. Demokratik bir devletin temel unsuru ise hukuk devleti olmaktır. Yani üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğünün sağlanmasıdır. Hukukun üstünlüğü ise yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı ile mümkündür. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasında sadece iç hukuk normlarının değil, uluslararası sözleşmelerin de uygulanması gerekmektedir.
Hukuk toplumsal yaşamı düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasalar bütünüdür. Hukukun olmadığı yerde demokrasi, ekonomi, sosyal ve kültürel yapı gelişmez. Hukuk dengedir. Aksi halde kaba güç hâkim olur. Kimsenin canı, fikri, yaşam alanı güvencede olmaz. Yaşam erklere güzel, halka işkence olur. Ülkeyi ayakta tutan sosyal adalettir. Bu da hukukun üstünlüğü ile sağlanır. Hukukun keyfi olarak kullanıldığında nelere mal olacağının sonuçlarını ülke olarak sayısız örneklerle yaşıyoruz.
Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak isteyen ülkemizde, insan hak ve özgürlüklerine dayanan laik, demokratik hukuk devletinin sürekliliği vazgeçilmezimiz olmak zorundadır!
Hukukun vicdanla buluştuğu noktada bizlere ilham veren, sadece yaşadığı dönemi değil, insanlık tarihini de aydınlatarak bugün bile bize adaletin ve hak aramanın ne denli kıymetli olduğunu vurgulayan ’’Berlin’de Hâkimler var.’’ hikâyesini hatırlatarak!...
Hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları ilkelerine bağlı kalarak; adalet sistemimize ve yargıya duyulan güveni teminat altına alan, adaletin ve kanun önünde eşitliğin toplum ve devlet hayatının her alanında geçerli olması için fedakârca mesleğini icra eden başta yargıçlar olmak üzere; tüm yargı çalışanlarına ve avukatlara yeni adli yılda başarılar dilerim.
Sevgi ve sağlıcakla kalın dostlar.