Metin Devrim
Köşe Yazarı
Metin Devrim
 

“HAVALAR ÇOK SICAK O NEDENLE YANGINLAR ARTTI !”

5-6 yaş çocukluğumun Aydın semalarından tayyareler geçerdi. Sesini duyduğumuz an fırlardık kapı dışarı. Kuşlar dışında uçan başka cisimler görmek ilgimizi çeker, koşardık peşlerinden. Görme sınırlarımızın dışın çıkana kadar. Hiç kanat çırpmayan gümüş renkli bu kuşlar nerden gelirdi, neden gelirdi, nereye giderdi bilmezdik. Kısa süren, ayda-yılda 2-3 kez tekrarlanan eğlenceden ibaretti. Kanatlarının altındaki kocaman harfler dikkatimizi çekerdi: T.H.K.   Kurban bayramlarında kurban derilerinin kuruma bağışlanması için attıkları avuç içi büyüklüğündeki kağıtları bir yarış edasıyla toplar evlere dağıtırdık.   Aradan yıllar geçti. Biz büyüdük, kirlendi Dünya! Özellikle yaz aylarında uçak sesi duyduğunda yüreğim hep ‘’Cız’’ eder benim. Biliyorum ki çok geçmeden havaya pis bir duman kokusu kaplayacak, yüreğim sıkışacak, ciğerim yanacak.     Kaynağı ve çıkış sebebi belli olan bu kokular, ihanetin pis kokularından başka bir şey değil. ‘’Pisliklerin’’ kokuları. Vatana, insanlığa, Dünya’ya ihanetin. Özellikle de gıyabında, verdiği nimetlere şükran için secde ettikleri Tanrı’ya ihanetin kokuları.   Neden ve sonuçları üzerinden değerlendirince, 2025 yılında Cumhuriyet tarihinin en kötü yazını geçirdiğimizi söyleyebiliriz… Öyle ki tuzlu- tuzsuz, kirli- temiz, çamurlu- berrak, büyük- küçük, derin-sığ fark etmeden; ülkede, içinde su bulunan çukur alanlar dışında yanmayan yer kalmadı neredeyse! En çok da yüreklerimiz, ciğerlerimiz yandı!   Nasıl yanmasın ki? Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde; ‘’Erzurum’da bir ağaçtan yola çıkan sincabın, hiç toprağa inmeden İstanbul’a kadar gidebilir.’’ diye yazdığı, Ankara savaşında Timur’un yanında getirdiği filleri saklayacak kadar çok ormanlara sahip Kadim Anadolu’dan söz ediyoruz…   Yıllar önce ülkeye uçak penceresinden bakan bir kişi uçsuz bucaksız bir cennet görürdü. Şimdi ise madenlerle, taş ocaklarıyla delik deşik olmuş, yangınlarla inleyen, yağmalanan bir Anadolu!   Resmî açıklamalara göre 2025 yılı 1 Ocak-17 Ağustos tarihleri arasında 5 bin 231 yangın çıkmış. Yangınların yüzde 96'sı 'doğrudan ya da dolaylı olarak' insan kaynaklı. 64 bin 500 hektar alan zarar görmüş. Yaklaşık 90 bin 300 futbol sahasına eşdeğer bir alan. Yangınlar sonucu 17 kişi ölmüş, 50 binden fazla kişi yerlerinden tahliye edilmiş.   Veriler, Türkiye’de orman yangınlarının yalnızca sayıca değil, etki açısından da büyüdüğünü göstermekte. 1937-2024 yılları arasında, toplam 126 bin 268 orman yangını çıkarken, 1 milyon 907 bin 265 hektar alan yanmış. 88 yılda çıkan orman yangın sayısı 1435. Geçen süreçte madencileri de işin içine katarak, sorunu ikiye katlamak için her bi şeyi yapmışız!   Mahalle yanarken ‘’saç taramayı’’ hadi bi nebze anlamlandırabiliriz de bir ülke yanarken seyretmenin değil mazereti; ibretlik hukuki bir yaptırımının olması gerekir!   Orman yangınları nedeniyle canını, sevdiklerini, evini, geçimini yitiren insanlar oldu. Çektikleri bu acılara kayıtsız kalmak elbette mümkün değil.   Ancak her yangında farkına bile varmadığımız, duymadığımız çok daha sessiz kayıplar da yaşanıyor. Konuşamayan, kaçamayan, yardım isteyemeyen!   Yoğun dumanın içinde yönünü şaşırmış küçük bir tavşan. Alevlerin çemberinde kalmış, nereye kaçsa, kızıl bir duvar çıkıyor karşısına. Tüyleri önce isleniyor, ardından alev alıyor. Birkaç adım daha atıyor, sonra yığılıyor. Ne bir çığlığı duyuluyor ne de yardım edecek biri var. Biz ekranda birkaç saniyelik görüntü izliyoruz; oysa o saniyelerde kaç can yanıp yok oluyor, biliyor muyuz?   Kaçamayan bir kaplumbağa. Yavrularını terk etmeyen bir anne kuş. Yuvasında saklanan bir kirpi. Daha niceleri alevlerin ortasında sessizce yok olurken ne gözyaşları görünüyor ne de acıları duyuluyor. Fark etmiyoruz bile!   Bitkiler içinse durum daha da trajik. Bazı ağaçlar yangın sonrasında zamanla yeniden yeşerebilirken, sadece belli bölgelerde yetişen endemik türler için yangın, tamamen yok oluş anlamına geliyor.   Yüz yıllık bir meşe ağacı. Gövdesiyle nice canlıya gölge olmuş, dallarında kuşlar yuva yapmış, toprağı kökleriyle tutmuş. Alevler gövdesini sardığında önce kabuğu çatlar, dalları bir bir tutuşur. İçinde bir zamanlar yaşam barındıran kovuklar artık ateşin yuvasıdır.   O meşeyle birlikte kuşlar, böcekler, mantarlar, anılar; hepsi yanıp gider.   Orman altı örtüsü yandığında toprak su tutamaz hâle gelir. Erozyon artar, toprak çıplaklaşır, sessizleşir. Yeniden yeşeren alanlar çoğu zaman eski biyolojik çeşitliliği taşıyamaz. Geride, küle dönmüş, siyah ve griyle harmanlanmış bir yalnızlık kalır!   Bu felaketlerin sorumlusu kim? Bir sincap mı? Bir ceylan? Yoksa bir tilki mi? Köstebek içimizden biriyle iş birliği yapıyor olabilir mi?  Bu masumların hiç günahını almayalım.   Bir izmarit, bir mangal, bir cam parçası, anız yangını, kaynakçı ihmali, bir düğün fişeği, elektrik telleri. İnsan unsuru!   Üç temel unsur (yanıcı madde, oksijen, ısı) ve bir kıvılcım yangını başlatmaya yeter. Bu eşsiz coğrafyanın doğasına ve kaynaklarına göz dikmiş talancılar iyi bilir bunu. Yeraltındaki madenlere, lüks oteller zinciri oluşturmak için kıyılara göz dikenlerin önünde ormanlar, meralar, zeytinliklerin varlığı bir engel oluyorsa; doğal koruma alanı veya koruma altında SİT alanı olması yapılaşmaya engelse, “3 otuz” kuralı için tek bir kıvılcım yeter onlara...   Eski Türkiye’de de orman yangınları olurdu ama mevcut kurumların hızlı müdahalesiyle büyümeden söndürülürdü. Çocukluğumuzun, o peşinden koştuğumuz, THK gibi deneyimli bir kurumun elinde, yangına hızla müdahale eden, suyu çok hızlı toplayıp boşaltabilen, Anadolu coğrafyasına uyumlu uçakları vardı. Yangına ilk müdahaleyi hemen yapan, yangın riskine karşı ormanları temizleyen, yanıcı maddelere karşı önlem alan deneyimli ve bilgili “orman köylüsü”, ‘’orman bekçileri’’ olduğu gibi.   Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi orman yangınları konusunda da riski yönetmek yerine krizi çözme odaklı bir politika uygulanıyor. Orman alanlarında yangına karşı koruyucu önlemler almak ve yangınların çıkışını önlemek yerine, yangın çıktıktan sonra söndürme çalışmalarına odaklanılıyor. Oysa asıl hedef yangınların çıkmasını önlemek olmalıydı. Ne yazık ki sorunu yaratanlarla sorunu çözmek ancak bu kadar oluyor!   Biz felaketlerin hep başkalarının başına geleceğini ve daha da önemlisi felaketlerin geçici olduğunu düşünüyoruz. Dünya artık bir uçuruma doğru yokuş aşağı hızlanarak gidiyor. Büyük felaketlerde daha az zarar görmek için öncelikle yangınların, depremlerin, kuraklıkların ve sıcak hava dalgalarının geçici olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Sonra da dayanışma içerisinde geleceğe hazırlanmamız. Çünkü bizden başka kimse gelip bizi kurtarmayacak…   SEVGİ VE SAĞLICAKLA KALIN DOSTLAR…
Ekleme Tarihi: 08 Eylül 2025 -Pazartesi
Metin Devrim

“HAVALAR ÇOK SICAK O NEDENLE YANGINLAR ARTTI !”

5-6 yaş çocukluğumun Aydın semalarından tayyareler geçerdi. Sesini duyduğumuz an fırlardık kapı dışarı. Kuşlar dışında uçan başka cisimler görmek ilgimizi çeker, koşardık peşlerinden. Görme sınırlarımızın dışın çıkana kadar. Hiç kanat çırpmayan gümüş renkli bu kuşlar nerden gelirdi, neden gelirdi, nereye giderdi bilmezdik. Kısa süren, ayda-yılda 2-3 kez tekrarlanan eğlenceden ibaretti. Kanatlarının altındaki kocaman harfler dikkatimizi çekerdi: T.H.K.

 

Kurban bayramlarında kurban derilerinin kuruma bağışlanması için attıkları avuç içi büyüklüğündeki kağıtları bir yarış edasıyla toplar evlere dağıtırdık.

 

Aradan yıllar geçti. Biz büyüdük, kirlendi Dünya!

Özellikle yaz aylarında uçak sesi duyduğunda yüreğim hep ‘’Cız’’ eder benim. Biliyorum ki çok geçmeden havaya pis bir duman kokusu kaplayacak, yüreğim sıkışacak, ciğerim yanacak.  

 

Kaynağı ve çıkış sebebi belli olan bu kokular, ihanetin pis kokularından başka bir şey değil. ‘’Pisliklerin’’ kokuları. Vatana, insanlığa, Dünya’ya ihanetin. Özellikle de gıyabında, verdiği nimetlere şükran için secde ettikleri Tanrı’ya ihanetin kokuları.

 

Neden ve sonuçları üzerinden değerlendirince, 2025 yılında Cumhuriyet tarihinin en kötü yazını geçirdiğimizi söyleyebiliriz…

Öyle ki tuzlu- tuzsuz, kirli- temiz, çamurlu- berrak, büyük- küçük, derin-sığ fark etmeden; ülkede, içinde su bulunan çukur alanlar dışında yanmayan yer kalmadı neredeyse!

En çok da yüreklerimiz, ciğerlerimiz yandı!  

Nasıl yanmasın ki?

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde; ‘’Erzurum’da bir ağaçtan yola çıkan sincabın, hiç toprağa inmeden İstanbul’a kadar gidebilir.’’ diye yazdığı, Ankara savaşında Timur’un yanında getirdiği filleri saklayacak kadar çok ormanlara sahip Kadim Anadolu’dan söz ediyoruz…

 

Yıllar önce ülkeye uçak penceresinden bakan bir kişi uçsuz bucaksız bir cennet görürdü. Şimdi ise madenlerle, taş ocaklarıyla delik deşik olmuş, yangınlarla inleyen, yağmalanan bir Anadolu!

 

Resmî açıklamalara göre 2025 yılı 1 Ocak-17 Ağustos tarihleri arasında 5 bin 231 yangın çıkmış. Yangınların yüzde 96'sı 'doğrudan ya da dolaylı olarak' insan kaynaklı. 64 bin 500 hektar alan zarar görmüş. Yaklaşık 90 bin 300 futbol sahasına eşdeğer bir alan. Yangınlar sonucu 17 kişi ölmüş, 50 binden fazla kişi yerlerinden tahliye edilmiş.

 

Veriler, Türkiye’de orman yangınlarının yalnızca sayıca değil, etki açısından da büyüdüğünü göstermekte. 1937-2024 yılları arasında, toplam 126 bin 268 orman yangını çıkarken, 1 milyon 907 bin 265 hektar alan yanmış. 88 yılda çıkan orman yangın sayısı 1435. Geçen süreçte madencileri de işin içine katarak, sorunu ikiye katlamak için her bi şeyi yapmışız!

 

Mahalle yanarken ‘’saç taramayı’’ hadi bi nebze anlamlandırabiliriz de bir ülke yanarken seyretmenin değil mazereti; ibretlik hukuki bir yaptırımının olması gerekir!

 

Orman yangınları nedeniyle canını, sevdiklerini, evini, geçimini yitiren insanlar oldu. Çektikleri bu acılara kayıtsız kalmak elbette mümkün değil.

 

Ancak her yangında farkına bile varmadığımız, duymadığımız çok daha sessiz kayıplar da yaşanıyor. Konuşamayan, kaçamayan, yardım isteyemeyen!

 

Yoğun dumanın içinde yönünü şaşırmış küçük bir tavşan. Alevlerin çemberinde kalmış, nereye kaçsa, kızıl bir duvar çıkıyor karşısına. Tüyleri önce isleniyor, ardından alev alıyor. Birkaç adım daha atıyor, sonra yığılıyor. Ne bir çığlığı duyuluyor ne de yardım edecek biri var. Biz ekranda birkaç saniyelik görüntü izliyoruz; oysa o saniyelerde kaç can yanıp yok oluyor, biliyor muyuz?

 

Kaçamayan bir kaplumbağa. Yavrularını terk etmeyen bir anne kuş. Yuvasında saklanan bir kirpi. Daha niceleri alevlerin ortasında sessizce yok olurken ne gözyaşları görünüyor ne de acıları duyuluyor. Fark etmiyoruz bile!

 

Bitkiler içinse durum daha da trajik. Bazı ağaçlar yangın sonrasında zamanla yeniden yeşerebilirken, sadece belli bölgelerde yetişen endemik türler için yangın, tamamen yok oluş anlamına geliyor.

 

Yüz yıllık bir meşe ağacı. Gövdesiyle nice canlıya gölge olmuş, dallarında kuşlar yuva yapmış, toprağı kökleriyle tutmuş. Alevler gövdesini sardığında önce kabuğu çatlar, dalları bir bir tutuşur. İçinde bir zamanlar yaşam barındıran kovuklar artık ateşin yuvasıdır.  

O meşeyle birlikte kuşlar, böcekler, mantarlar, anılar; hepsi yanıp gider.

 

Orman altı örtüsü yandığında toprak su tutamaz hâle gelir. Erozyon artar, toprak çıplaklaşır, sessizleşir. Yeniden yeşeren alanlar çoğu zaman eski biyolojik çeşitliliği taşıyamaz. Geride, küle dönmüş, siyah ve griyle harmanlanmış bir yalnızlık kalır!

 

Bu felaketlerin sorumlusu kim? Bir sincap mı? Bir ceylan? Yoksa bir tilki mi? Köstebek içimizden biriyle iş birliği yapıyor olabilir mi?  Bu masumların hiç günahını almayalım.  

Bir izmarit, bir mangal, bir cam parçası, anız yangını, kaynakçı ihmali, bir düğün fişeği, elektrik telleri. İnsan unsuru!

 

Üç temel unsur (yanıcı madde, oksijen, ısı) ve bir kıvılcım yangını başlatmaya yeter. Bu eşsiz coğrafyanın doğasına ve kaynaklarına göz dikmiş talancılar iyi bilir bunu. Yeraltındaki madenlere, lüks oteller zinciri oluşturmak için kıyılara göz dikenlerin önünde ormanlar, meralar, zeytinliklerin varlığı bir engel oluyorsa; doğal koruma alanı veya koruma altında SİT alanı olması yapılaşmaya engelse, “3 otuz” kuralı için tek bir kıvılcım yeter onlara...

 

Eski Türkiye’de de orman yangınları olurdu ama mevcut kurumların hızlı müdahalesiyle büyümeden söndürülürdü. Çocukluğumuzun, o peşinden koştuğumuz, THK gibi deneyimli bir kurumun elinde, yangına hızla müdahale eden, suyu çok hızlı toplayıp boşaltabilen, Anadolu coğrafyasına uyumlu uçakları vardı. Yangına ilk müdahaleyi hemen yapan, yangın riskine karşı ormanları temizleyen, yanıcı maddelere karşı önlem alan deneyimli ve bilgili “orman köylüsü”, ‘’orman bekçileri’’ olduğu gibi.

 

Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi orman yangınları konusunda da riski yönetmek yerine krizi çözme odaklı bir politika uygulanıyor. Orman alanlarında yangına karşı koruyucu önlemler almak ve yangınların çıkışını önlemek yerine, yangın çıktıktan sonra söndürme çalışmalarına odaklanılıyor. Oysa asıl hedef yangınların çıkmasını önlemek olmalıydı. Ne yazık ki sorunu yaratanlarla sorunu çözmek ancak bu kadar oluyor!

 

Biz felaketlerin hep başkalarının başına geleceğini ve daha da önemlisi felaketlerin geçici olduğunu düşünüyoruz. Dünya artık bir uçuruma doğru yokuş aşağı hızlanarak gidiyor. Büyük felaketlerde daha az zarar görmek için öncelikle yangınların, depremlerin, kuraklıkların ve sıcak hava dalgalarının geçici olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Sonra da dayanışma içerisinde geleceğe hazırlanmamız.

Çünkü bizden başka kimse gelip bizi kurtarmayacak…

 

SEVGİ VE SAĞLICAKLA KALIN DOSTLAR…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve 1923tv.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.