Bugün köşemde 2025 Yılı Engelli Öğretmenler atamalarında Müzik Öğretmeni olarak atanan Görme Engelli kızım İnci GENÇ’in kaleme aldığı bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
Yazısında çevresindeki insanların, özellikle kadınların; güç olgusuna bağlı olarak ortaya çıkan gerçek eşitlik ve adalet konusuna yaklaşımlarını her yönüyle analiz ederek; bir kadın öğretmen olarak kendi vicdanını, davranış modelini, eşitlik ve adalet anlayışını bir engelli olarak net bir şekilde, keskin çizgilerle ortaya koyuyor. İyi okumalar dilerim.
Son zamanlarda çevremdeki insanlarla yaptığım sohbetlerde genellikle “Atanırsam nasıl bir okul ortamına gideceğim, öğrencilerle nasıl iletişim kuracağım, müzik derslerimi nasıl işleyeceğim?” gibi konular gündeme geliyor. Bu tarz konuşmalar beni heyecanlandırıyor. Ama bu güzel sohbetlerin arasında bazı cümleler kulağıma çarpıyor. Ve bu cümleler, içimde bir şeyleri harekete geçiriyor.
Bazı tanıdık kadınlar bana, tamamen iyi niyetli olduklarını düşündüğüm ama oldukça sert bir tonda şunları söylüyorlar:
-
“Sakın erkek öğrencilere acıma.”
-
“Onları kayırma, hatta gerekirse sınıfta bırak.”
-
“Zaten erkek milleti anlamaz, uğraşmaya değmez.”
Başta bunları duyunca çok üzerinde durmuyorum. Gülümsüyorum, geçiyorum. Ama sonra bu sözler kafamda dönüp durmaya başlıyor. Çünkü ben bu tarz söylemleri hayatım boyunca sık sık duydum. Ve ne zaman duysam içimden bir ses, bu cümlelerin altında yatan düşünceyi sorgulamak istedi.
Bu düşünceler bana yeni değil. Ama son zamanlarda bu söylemlerin daha da yaygınlaştığını, daha çok tekrarlandığını ve hatta çoğu zaman şaka adı altında normalleştirildiğini fark ediyorum. Kadınlar kendi aralarında toplanıyor ve bazı sohbetlerde erkeklere dair öyle şeyler söylüyorlar ki, bu artık bir sitemin ya da esprinin ötesine geçmiş gibi geliyor bana.
“Biz yıllarca ezildik, bastırıldık, şimdi sıra onlarda.”
“Kadınlar acı çekti, erkekler de çeksin.”
“Acımayacaksın, yoksa seni kullanırlar.”
Bu ifadeler, artık birer savunma değil, yeni bir baskının işaretçisi gibi geliyor kulağıma.
Bu noktada içimde güçlü bir sorgulama başlıyor:
Gerçekten eşitlik bu mu?
Biz kadınlar olarak yıllarca süren haksızlıkların, cinsiyet ayrımcılığının, şiddetin, bastırılmanın, dışlanmanın mücadelesini verdik, hâlâ da veriyoruz. Ama bu mücadele, bizi zamanla başka bir haksızlığın faili haline mi getirmeye başlıyor?
Karşı çıkarken, karşıtına mı dönüşüyoruz?
Çoğu kadın, kendisine yapılan aşağılamaları, küçümsemeleri haklı olarak cinsiyetçilik olarak tanımlıyor.
Ama aynı genellemeyi, aynı dışlayıcı ifadeleri biz erkeklere yönelttiğimizde bunun adı ne oluyor?
-
“Erkek milleti şöyledir.”
-
“Onların hepsi aynıdır.”
-
“Bunlara acımayacaksın.”
-
“Bunlardan hayır gelmez.”
Biz bu sözlerle farkında olmadan aynı cinsiyetçiliği yeniden üretmiyor muyuz?
Üstelik bu durum yalnızca bireysel bir düşünce yapısıyla sınırlı kalmıyor.
Bu söylemler yaygınlaştıkça ve normalleştikçe, toplumsal düzeyde bir tür akran zorbalığına dönüşme riski taşıyor.
Kimi zaman şakayla, kimi zaman öfkeyle söylenen bu cümleler; karşılıklı güveni değil, kutuplaşmayı besliyor.
Bireyleri değil, grupları hedef alan bu dil… uzun vadede hiçbirimize fayda sağlamaz.
Bazıları bu söylediklerime şöyle karşılık veriyor:
“Sen bizim yaşadıklarımızı yaşamadın ki… Nereden bileceksin?”
Bu cümleyi o kadar çok duydum ki artık susup geçsem mi, yoksa gerçekten içimdekileri mi söylesem bilemediğim anlar oluyor.
Evet, belki sizin yaşadığınız birebir olayları yaşamadım.
Ama ben de kendi hayatımda çok şey yaşadım.
Ben görme engelliyim.
Hayatım boyunca pek çok ortamda dışlandım, yok sayıldım, yetersiz görüldüm.
Sırf fiziksel bir farklılığım var diye bazı kapılar yüzüme kapandı, bazı bakışlar üzerimde uzun uzun kaldı.
Ama hiç kimseye, “Ben dışlandım, o zaman şimdi sıra sizde.” deme hakkını kendimde görmedim.
Engelli olmayan insanlara öfke duymadım.
Bana haksızlık yapan bireyleri birey olarak değerlendirdim.
Ve bu duruşum, beni zayıf değil, aksine daha güçlü hissettirdi. Çünkü ben kimliğimi öfke üzerine değil, vicdan üzerine kurmak istedim.
Ben öğretmen olacağım.
Benim sınıfımda öğrenci, cinsiyetiyle değil; emeğiyle, çabasıyla, ilgisiyle değerlendirilecek.
Bir öğrencimi sırf erkek diye dışlayamam.
Bir diğerini sırf kız diye yüceltemem.
Adaletli olacağım. Çünkü benim mesleğim, insan yetiştirme mesleği.
Ve ben biliyorum ki, bir çocuğun kalbinde cinsiyet değil, yaklaşım iz bırakır.
Bugün kadınların kendi aralarında erkeklere yönelik kullandığı bazı söylemler bana şu soruyu düşündürüyor:
Biz gerçekten adalet mi istiyoruz, yoksa artık güç bizdeyken eski acıların hesabını mı kesiyoruz?
Bu hâl, “güçlü kadın” olmak mı, yoksa eski hataların yeniden sahnelenmesi mi?
Bana göre gerçek güç, acımasızlıkta değil; adil davranabilme cesaretindedir.
Gerçek değişim de bağırarak değil; vicdanı yitirmeden, insan kalmayı başararak gelir.
Bugün birçok kişi “Benim yaşadıklarımı bir başkası yaşamasın” demek yerine, “Ben çektim, şimdi sıra onlarda” diyor.
Ama biz bu döngüyü kırmadıkça, sadece roller değişecek; zulüm aynı kalacak.
Ve ben bu döngüyü kırmayı seçiyorum.
Bu yazıyı yazarken belki birçok kişinin alışık olduğu ezberleri sorguluyorum.
Ama benim derdim kimseyi savunmak ya da hedef göstermek değil.
Ben sadece haklı olmak için değil, adil olmak için yola çıktım.
Ve vicdanım biliyor ki:
Gerçek eşitlik, öfkeyle değil; insanlıkla kurulur.
Gerçek güç, başkasını ezmekte değil; herkes için adil durabilmekte gizlidir.
Ve bu dünyayı iyileştirecek olan şey, öfkenin karşısında bile vicdanla kalabilmektir.
Zor mu?
Elbette zor.
Ama ben kolay olanı değil, doğru olanı seçmeye niyetliyim.