Manisa İlimiz Kurban Bayramı’nın ilk günü gece acı bir haberle sarsılmıştı.
Cumhuriyet Halk Partili (CHP) Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek elektrik çarpmas ıneticesinde hayata veda etmişti.
Vefatıyla birlikte yüreklerde oluşan acının tarifi yoktu. Ailesinin, yol ve çalışma
arkadaşlarının, Manisalı vatandaşların, ülkemizin birçok yerinde siyaset gözetmeksizin
insanların yaşadığı, hissettiği üzüntü, acı bambaşkaydı.
Zeyrek ‘in ölümünün, acısının şoku henüz ortadan kalkmamışken, bu kez Manisa ili tarifi
olmayan bir başka acıyla karşılaştı. CHP’li Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah DURBAY
Hanımefendi genç yaşta amansız bir hastalık sonucunda hayata gözlerini yumdu.
Yine tüm yüreklerde tarifi olmayan bir acı oluştu. Gözyaşları sel oldu.
Gülşah Durbay ölümünden önce” Çok acıklı bir hikâye yazdık değil mi?” sözüyle içimizi,
yüreklerimizi yaktı, parçaladı.
Bu söz; o kadar naif, o kadar yürekten, duygu dolu bir düşünceden süzülüp sarf edilen bir söz
ki; kendileri için üzülen, gözyaşı döken bunca insanın acısını bile o halinde kendine dert
etmiş, sorumluluğunu bile kendi üstüne almış, kendi hesabına yazmış. Gülşah Başkan
Bir insan bu kadar mı insan olur?
Bu Güzel İnsana Allahtan rahmet, kederli ailesine, tüm yakınlarına, sevenlerine sabır ve baş
sağlığı diliyorum.
Manisa'nın, ülkemizin ve CHP’nin bu kadar kısa sürede iki önemli ismini kaybetmesi
karşısında hissettiğim kederi burada tarif etmekte zorlanıyorum.
Düşünüyorum…
Niye hep iyiler göçüp gider bu dünyadan? Ferdi ZEYREKLER, Gülşah DURBAYLAR…
O iyi insanlar, güzel atlara binip çekip gidiyorlar aramızdan. Kötüler ama kötüler hep
hayatımızda. İnsan anlamlandıramıyor. Biz kötülere mahkûm muyuz? Dünya acaba kötüler
üzerine mi kurgulu? Her güzel insanın ölümü bir kez daha kazıyor bu duyguları zihnimize.
Böyle durumlar karşısında ölümü, öleni, hayatı sorguluyoruz.
Aslında bu şekilde çevremizdeki her ölenle yavaş yavaş ölüyor, her ölenle hayatın ve ölümün
sahibine biraz daha yaklaşıyoruz. Ancak bunun farkında değiliz!
Yıkanan ve beyaza bürünen cansız bir bedenin tabutunun üzerinde yazan “Her canlı ölümü
tadacaktır…” ayetini kim bilir kaç defa okuduk. Okuduk da anladık mı, hayata taşıdık mı
bilinmez? Aklı gitmiş, gözü görmez, kulağı duymaz ölüye, belki de dünyada
söyleyemediklerimizi haykırırız, hep bir ağızdan: “İyi biliriz, haklarımız helal olsun.”
Bir tarafta toprak altında cansız yatan insan. Öte tarafta ölünün arkasında saf tutan, dünya
yolculuğundaki canlı insanlar. Bir tarafta dünya ile işi bitmiş, iletişimi kesilmiş cansız. Öte
yanda birbiriyle iletişim kurmayacak kadar uzaklaşmış canlılar…
Bir başka ifadeyle; bir yanda ruhundan ayrılmış bir beden. Diğer yanda ruhuna sahip
çıkamayan bedenler.
Düşünüyorum da ölüye hakkını helal eden biz insanlar, ölünün arkasından gözyaşı dökenler,
feryat edenler, yaşayanlara neden kin tutar? Ölüyü omuzunda taşıyanlar, yaşayanlara neden
bir el uzatmaz? Birbirinin yükünü taşımaz?
İşte bu durum karşısında; “toprakla buluşan derin bir çukura gömülen insanın yükünü
topraktan gayrısı çekemez” diye düşünüyorum. Ama diğer taraftan; toz konduramadığımız en
değerlilerimizin, anamızın, babamızın, evladımızın, akrabamızın, yârimizin, dostumuzun…
Üzerini kara toprakla örtüyoruz. Her ölüm, her gün sonrası biraz daha eksiliyoruz.
Farkında mısınız?
Ölü toprağın altında sonsuz, bir başka âlemde yolculuğa başlarken, Âşık Veysel’in söylediği
gibi “ sadık yâri kara toprak” ile buluşurken; biz dünya işine sarılarak, aynı şekilde çalışma,
didişme, kavga, alacaklar, verecekler, satışlar vb. durumlarla iç içe, günden güne dijital bir
hal alan dünyadaki mücadelemize, gezintilerimize devam ediyoruz.
Victor Hugo “Bir başka âlemin bekleme odasıdır bu dünya.” Demiş.
Bekleme Odasındayız!
Sevgiyle, saygıyla, dostça kalın…
