Aydın’da enerji üretimi ile tarımsal miras arasındaki kırılgan denge üzerine bir çağrı
Aydın, Türkiye’nin hem jeotermal enerji potansiyeli açısından en zengin bölgelerinden biri, hem de incirin, zeytinin, narenciyenin bin yıllık ev sahibidir. Toprağının altı enerji, üstü bereket dolu olan bu coğrafyada son yıllarda artan jeotermal faaliyetler, bir yandan milli ekonomiye katkı sunarken, diğer yandan doğanın ve tarımın sessiz çığlığını duymazdan gelerek ilerliyor. Oysa mesele yalnızca enerji üretmek değil; bu enerjiyi doğayla, tarımla, turizmle ve toplumla uyumlu biçimde yönetebilmektir. Aksi halde toprağın altından çekilen her bir sıcak buhar, bin yıllık zeytin köklerini kurutan bir yel olur.
Jeotermal enerji, bilimsel ve çevreci yöntemlerle kullanıldığında temiz bir kaynak, dışa bağımlılığı azaltan stratejik bir nimettir. Avrupa’da İzlanda’dan İtalya’ya, Filipinler’den Kenya’ya kadar birçok ülke bu kaynağı yalnızca elektrik üretimi için değil, şehir ısıtmasından seracılığa, kaplıca turizminden tarımda toprak ısıtmaya kadar çok çeşitli alanlarda başarıyla kullanıyor. Ancak Türkiye’de özellikle Aydın’da plansız, denetimsiz ve çoğu zaman yerel halkın görüşü alınmadan açılan jeotermal santraller, verimli tarım alanlarını tehdit eder hale geldi. Zeytin ve incir gibi nazlı meyveler, jeotermalin yüzeye çıkarken bıraktığı sıcaklık değişimi, su buharı ve kimyasal salınımlardan doğrudan etkileniyor. Bor ve hidrojen sülfür gibi maddelerin kontrolsüzce salındığı durumlarda hava ve su kalitesi bozuluyor, toprak verimsizleşiyor, ağaçlar kurumaya başlıyor.
Oysa zeytin ağacı öyle sıradan bir ağaç değildir. 2000 yıla kadar yaşayabilen, savaş görmüş, medeniyetler geçmiş, toprak değişmiş ama o kalmış bir canlıdır. Sadece meyvesiyle değil, gölgesiyle, yağıyla, kültürüyle bu toprakların hafızasıdır. Böyle bir ağacı yaşatmak sadece bir tarım meselesi değil, medeniyet bilincidir. Bu bilinçle hareket edilmeden yapılan her enerji yatırımı, geleceğimizi borçlandıran bir ihmal olur.
Aydın gibi doğal güzellikleriyle öne çıkan bir şehirde jeotermal enerji, turizm açısından da çok daha verimli değerlendirilebilir. Termal oteller, sağlık turizmi merkezleri, kür tedavileri ve doğayla iç içe kaplıca köyleri, jeotermalin buharını sadece türbin çevirmeye değil, iyileştirmeye, yaşatmaya yöneltebilir. Aydın, Afyon ve Yalova gibi örneklerin de ötesine geçebilecek bir potansiyele sahiptir. Yeter ki doğayla inatlaşan değil, doğayla uzlaşan bir anlayış egemen olsun.
Bugün jeotermal kaynakların sürdürülebilir kullanımı için atılması gereken adımlar bellidir. Öncelikle santraller, tarım alanlarından ve zeytinliklerden uzaklaştırılmalıdır. Bilim insanlarının önerdiği gibi, tarım alanları ile jeotermal sahalar arasında en az 3 kilometrelik tampon bölgeler oluşturulmalıdır. Atık buharın doğaya salınmasını önleyen kapalı sistem teknolojiler teşvik edilmelidir. Çevresel etki değerlendirme süreçleri şeffaf hale getirilmeli, yerel halkın görüşleri dikkate alınmalıdır. Zeytin yasasına, jeotermalin tehdit oluşturduğu durumlar için özel koruyucu maddeler eklenmelidir. Tüm bu süreci merkezi ve yerel yönetimler ortak akılla yürütmeli; Aydın Belediyesi, Tarım Odaları ve Enerji Bakanlığı birlikte hareket etmelidir.
Jeotermal enerji, doğru kullanıldığında Aydın’ın kaderini değiştirecek bir güçtür. Ama bu güç, zeytinin kökünü yakarsa, incirin özünü kurutursa, ekonomik kazanç sayılarla değil, kayıplarla ölçülür. Bugün artık sadece eleştiren değil, öneren, gösteren ve çözüm üreten bir anlayışa ihtiyacımız var. Bu yazı da tam olarak bu ihtiyacın çağrısıdır. Toprağın altı kadar üstü de kıymetlidir. Ve biz, bu kıymeti korumakla yükümlüyüz.