Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, tarihî bir öğüt olmaktan çok daha fazlasıdır. Bir devlet aklı, bir medeniyet mantığıdır. Devlet kendi insanını ayakta tutabildiği sürece var olur. Oysa bugün Türkiye’de manzara bunun tam tersine işaret ediyor. İnsan, hayatın merkezinde değil; geçim derdinin altında ezilen bir figür haline gelmiş durumda. Çalışan, üreten, alın teri döken insan değil; kredi kartı borcuna, enflasyonist çarpıklığa, işsizliğin büyüyen gölgesine mahkûm edilmiş geniş bir toplum var artık.
Bir ülkenin sokaklarında her gün yeni bir kepenk kapanıyorsa, bu yalnızca ekonomik bir veri değildir; devletin yaşam damarının tıkanmaya başladığının kanıtıdır. Bugün Türkiye’de yaşamak bir hak değil, bir mücadele biçimi. Vatandaş nefes almaya çalışırken, devletin nefesi daralıyor. Çünkü insanı yaşatmanın en temel yolu üretimi yaşatmaktır.
Tam da burada yıllardır üzeri örtülen bir gerçek yeniden karşımıza çıkıyor: Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi yalnızca pancar üreticisini bitirmedi; Türkiye’nin ilaç sanayiinden gübre üretimine kadar onlarca sektörü doğrudan etkiledi. Çünkü bu fabrikalar sadece şeker üretmezdi, etanol üretirdi; bu etanol hem alkol sektörünün hammaddesi, hem ilaç sanayisinin kritik girdisi olurdu. Melas dediğimiz ürün ise gübrenin içindeki en önemli bileşenlerden biriydi.
Bugün gübre fiyatlarının fahiş noktaya gelmesi, Türkiye’yi dışa bağımlı hale getiren en önemli süreçlerden biridir. İlginç olan ise şu: Bugün kullanılan birçok gübre, “mecburen” ithal edilmektedir. Ve ithalat yapılan şirketlerin önemli kısmı İsrail menşeili dev gruplardır. Dolayısıyla özelleştirme sonucu kapanan şeker fabrikaları, sadece pancarı değil; dolaylı olarak çiftçiyi, tarlayı, tarımı, hatta ulusal güvenliği vurdu.
Bu kapanmaların zincirleme etkisiyle sektörsel olarak yüzbinlerce insan iş alanını kaybetti. Resmî rakamlara tam ulaşılmasa bile, pancar çiftçisi, taşımacılık, yan sanayi, gıda işleme, fabrikalarda çalışan işçiler ve aileleriyle birlikte dolaylı kaybın yüz binlerle ifade edildiği bilinen bir gerçek. Bu sayı aslında sadece işsizlik değil; sosyal çöküşün de kitlesel fotoğrafıdır.
Şeker fabrikalarının başına gelen, bugün enerji sektöründe, telekomünikasyonda, limanlarda ve elektrikte çok daha büyük boyutlarda yaşanıyor. Bir zamanlar Türkiye’nin stratejik damarları sayılan limanlar, şimdi küresel şirketlerin elinde. Telekomünikasyon ise ülkenin en mahrem bilgilerini dahi yabancı sermayeye bağımlı hale getiren yapıya dönüştü. Enerji hatlarının özel sektöre devredilmesi yalnızca faturalara yansımadı; ülkenin enerji güvenliğine doğrudan etki etti.
Kağıt fabrikalarının kapanması ise kültürel bağımsızlığın bile dışa teslim edilmesi anlamına geliyor. Kağıt üretimi bittiği için kitap fiyatları artıyor, okul defterleri pahalanıyor, basın özgürlüğü ekonomik olarak daha kırılgan hale geliyor. Bir ülke kendi kağıdını üretemez hale gelmişse, sadece ithalata değil, aynı zamanda kültürel bağımlılığa da teslim olmuştur.
Bu örneklerin her biri, aslında aynı hikâyeyi anlatıyor: Devlet kendisini ayakta tutan sektörleri özelleştirdikçe, vatandaşını da ayakta tutma gücünü kaybediyor. Stratejik alanlar, kısa vadeli gelir uğruna elden çıkarıldıkça milletin geleceği ipotek altına giriyor. Bugün işsiz kalan her insan, kapanan her işletme, ithal edilen her ürün, aslında devleti zora sokan bir tabloyu büyütüyor.
Ve işin ironik tarafı şu: Devlet bugün mali kaynak bulmak için hâlâ kredi arıyor, dış borçlanmaya yöneliyor, bütçe açıklarını kapatmak için yeni vergilere sarılıyor. Oysa devletin kendi gelir damarları yıllar önce özelleştirme adı altında kesilmişti. Böyle bir tabloda Şeyh Edebali’nin sözü artık uyarı niteliğinde bir çığlık gibi karşımızda duruyor:
İnsanı yaşatmayan devlet yaşayamaz.
Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik bunalım bir sonuç değil, yıllar önce başlayan politik bir tercihin doğal bedelidir. İnsanını yaşatamayan devlet, kendi varlığını da yaşatamaz. Çünkü insan ayakta durduğunda devlet ayakta kalır; üretim sürdüğünde ülke nefes alır; bağımsızlık ancak üretimle mümkündür.
Devletin yaşaması için önce insanın yaşaması gerekir. Ve bugün Türkiye tam da bu gerçeğin sınavından geçiyor.
