“Biz Türk milleti olarak, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.”
Bu söz, Mustafa Kemal Atatürk’ün yalnızca bir ideali değil, bu topraklara bıraktığı en ağır ahlaki sorumluluktur.
Bu cümle, bir milletin vicdanına bırakılmış bir emanettir.
Ve bugün o emanetin ne halde olduğu sorusu, artık ertelenemez bir yüzleşmedir.
Çünkü bugün Türkiye’de yaralanan şey sadece adalet değil;
liyakat duygusudur, vicdandır, hakkaniyetin kendisidir.
Artık insanlar ne bildikleriyle, ne ürettikleriyle, ne kadar çalıştıklarıyla ölçülmüyor.
Kimin tanıdığı olduğu, hangi çevreden geldiği, hangi kapıları sessizce açabildiği belirleyici oluyor.
Ve bu durum bir istisna değil, sistemin kendisi haline geliyor.
Bugün bu ülkede birçok insan, daha yolun başında kaybettiğini hissediyor.
Çünkü yarış, baştan eşit başlamıyor.
Kimileri hayata borçla, yoklukla, görünmez duvarlarla başlarken;
kimileri hazır imkânlarla, dokunulmazlıklarla ve ayrıcalıklarla yürüyor.
Bu artık sadece sosyal bir adaletsizlik değil;
bu, millet olma bilincinin içten içe çökmesidir.
Çünkü liyakatin yerini aidiyet, emeğin yerini ayrıcalık aldığında;
toplum ilerlemez, çürür.
Devlet büyümez, daralır.
Ve en tehlikelisi: İnsanlar adalete olan inancını kaybeder.
Bugün konuşulması gereken tam da budur.
Kimseyi hedef almak için değil,
herkesi aynaya bakmaya davet etmek için.
Çünkü bir ülke,
eşitsizliği kabullendiği gün geleceğini de kaybeder.
